MEDİTASYONLAR-1

Ulusal Güvenlik Sorunu Olarak Çevre

Hüdayi Acar

Çevre güvenliğine ve çevre ile ilgili politika ve eylemlere ve bununla birlikte inancın çevre meselelerinde yorumlanış haline ışık tutabilecek bir makaleler silsilesi yazabilmek niyetinde iken düşüncelerimde kayboldum. İlham perilerine dualarım, kişisel deneyimlerle dolu, akademik açıdan zengin bir mektup yazabilmekti, bu yüzden de bu seriye Marcus Aurelius’un bir zamanlar kendi düşüncelerini atfettiği gibi meditasyonlar adını vermeye karar verdim. Her ne kadar bu ismi seçmemdeki asıl neden meditasyonun insanın kendini ve çevresini tanımadaki rolüne dikkat çekmek olsa da eski Roma imparatoru gibi Stoic düşünce üzerinde de ileriki yazılarda durmayı düşünüyorum.

Daha sonrasında, esrarengiz iki manşet üzerinde düşünme ihtiyacı hissettim ki bu konu üzerine söylenebilecek en uygun analizler yine bu iki belge çerçevesinde çıkacağı kanaatindeyim.

Bunlardan biri, Papa Francis Hazretleri tarafından yazılmıştır ve “Laudato si’, mi’ Signore” olarak adlandırılmıştır -kelimenin tam anlamıyla çevirisi- “Övgü size, Lordum” veyahut İslami kültür içerisinde “SubhanAllah” tır. Diğer makale ise Fethullah Gülen Hocaefendi tarafından Muhasebe (Öz eleştiri ve kendini sorgulama) adıyla kaleme alınmış bir makale. İlk belge, Papa Hazretleri’nin ortak evimiz olan dünyayı bilinçsizce yok etmemizden duyduğu endişedir, ikincisi ise daha geniş bir perspektifte, bilinçli insanların kişisel amellerinin hesabını incelemektedir. Aslında seriyi daha fazla akademik belge ile zenginleştirmeye çalışacağım ancak okumaya başlayacak olanlara adil bir uyarıda bulunmam gerekiyor ki, meditasyonlar Sergio Leone’nin klasik filmi “İyi, Kötü ve Çirkin” gibi üç farklı perspektiften çevre meselesini inceleyecek.

Bir sosyal bilimler öğrencisi olarak, çevrenin hikayesini çeşitli boyutlarıyla sosyal konstrüktivizmin penceresinden analiz edeceğim. Sosyal konstrüktivizm, realizm veya liberalizm gibi diğer ana akım uluslararası ilişkiler teorilerinin aksine yeni bir düşünce okuludur. Ve ana akım uluslararası teorilerin aksine, özelde insanı (kültür, sanat, milli birikim vs.) ve genelde toplumu devletlerin karar mekanizmasını anlamak için merkeze yerleştirir. Sosyal konstrüktivizm, insan doğasını merkeze almasıyla da geleneksel güvenlik teorilerinden ayrılmaktadır. Bu tür bir anlayış biçimi alana yeni bir bakış açısı getirmiştir, çünkü diğer teoriler, insan doğasının yalnızca iki seçenekten biri üzerinde var olabileceğini savunmaya eğilimlidir: ya kendi çıkarları için iş birliği yapabilecek kadar iyi, ya da doğası itibari ile kötü ve tamamen ahlaki istidattan uzak. Ancak diğer yandan sosyal konstrüktivizm, devletin eylemlerini vatandaşların kolektif eylemi olarak inceler. Her ne kadar diğer ideolojiler gibi kendi dalları olsa da gerçekte hepsi, insan bireyinin toplumun yapı taşı olduğu konusundaki ortak anlayışı ve insanı anlamanın devletlerin neyi neden yaptıklarını anlamada en önemli rolü oynadığına yönelik felsefi yaklaşımı paylaşır. İnsan bireyinin yaşadığı toplumdan veya çevreden bağımsız olmadığını, dolayısıyla her bireyin toplumun etkilenen ancak değişimleri etkileme gücüne sahip bir ürünü olduğunu savunur. En basit tabirle yaşadığımız doğanın, okuduğumuz kitapların, abone olduğumuz dergilerin, dinlediğimiz hikayelerin, izlediğimiz filmlerin vb. unsurların birer ürünüyüz. Bazıları için bu, özgür iradeyi kınamak gibi görünebilir, ancak gerçekte, sadece belirli bir dereceye kadar kendimizle sınırlı olduğumuz gerçeğinin altını çizmektedir, bu nedenle seçimlerimiz bazen veya çoğu zaman bizim bağımsız iradi seçimlerimiz olmayabilir. Yazılı olmayan kuralları, önyargıları olan sosyal topluluğun bir parçası olarak karar alıyor olabiliriz.

 

Ancak geleceğe etki edebilirsek bu değişebilir, daha önce de belirtildiği gibi sosyal konstrüktivizm, insanın içine doğduğu toplumdan ve büyüdüğü hayattan etkilendiğine inanır, ancak her birey geleceği şekillendirebilir. Bu yüzden kendimizle sınırlı kalmamalı, kendi başımıza bırakmamalıyız, hayatı kendimiz için yaşayıp kendi seçimlerimizi yapana kadar konfor alanımızın dışında fazla okumalıyız. Kendimizle sınırlı olmak sureti ile, “neyi, neden yapıyoruz” sorusunu bilmiyorsak çevre bilincimiz taklidi birtakım alışkanlıklardan ileri geliyor ise bu kültürel intihaldir. Bu yazıların çerçevesinde, sosyal konstrüktivist anlayış ile bilinçli çevrecilik hakkında yazılar yazmaya çalışacağım.

Başlangıçta,

Atalarımız, insanoğlu soğuk veya sıcak hissetmeye başladıklarında etraflarında bulunan harikaları doğal bir çevre olarak görmüşlerdir. Daha sonra, tahmin edebileceğiniz gibi, hayatta kalmak için yorumlamışlardır. Yıllarca doğayla mutlu yaşamışlar, öyle bir noktaya gelmişler ki, doğaya birçok Tanrı ve Tanrıça ismini vermişler ve hatta ilk tapınaklarını yaratılışın sıcaklığını hissettikleri doğa olaylarının eteklerine inşa etmişlerdir. Ancak sanayi devrimi, iki dünya savaşı ve sömürgeler ve doğal kaynaklara olan açlık arttıkça, dünün mucizevi doğası bugün birinin çare bulmasını bekleyen hasta olarak bizim neslimizle tanıştı.

Çevrenin bir ulusal güvenlik meselesi olarak ilk yorumlarından biri, 1994 yılında Robert D. Kaplan tarafından yazılan “The Coming Anarchy” başlıklı makalede geniş bir şekilde açıklandı. Bu makale içerisinde Homer-Dixon’ın “Çevresel Kıtlık” teorisi açıklanmış ve çevre sorunlarının, ABD’nin çörek şeklindeki dış politikasının ortadaki boşluğu şeklinde tanımlanmıştı. Gelecekte (silahlı, dahili veya uluslararası olabilecek) çatışmaların yenilenemez enerji kaynaklarının kıtlığından değil, yenilenebilir kaynakların yok edilmesinden kaynaklanacağını belirterek bu anlayışa varıyor. Sözü edilen yenilenebilir kaynaklar ormanlar, balıkçılık ve tarım arazileridir. Ne yazık ki, Küresel Kuzey’in nezdinde var olan çevre kültürü, deniz seviyesinin yükselmesine yönelik ki, birçok faktör bu meselede rol oynadığı için bilim adamlarının tahminlerinin yıldan yıla değişmesi de çevre meselesi üzerine ilginin azalmasına neden olmaktadır. Bununla birlikte, Homer-Dixon’ın kuramlaştırdığı ve Robert D. Kaplan’ın savunduğu gibi, Küresel Güneyin neredeyse devamlı bir şekilde insani krizlerle karşı karşıya olduğunu ve çatışmaların temel nedenlerine baktığınızda, yoksulluk, eşitsizlik, kaynakların eşitsiz paylaşımı, açlık ve diğer meseleler merkez noktasında ve saydığım maddelerin tamamı çevre ile ilintilidir.

Üstüne üstlük savaşın doğası konvansiyonel veyahut nizami olmaktan gayri nizami harbe doğru değişirken, bu tür silahlı çatışmalarda isyancıların veya hükümet güçlerinin alışılmamış insan onurunu zedeleyen ve tarif edilemez vahşetlerin kaynağı olan yöntemlerle karşılaşıyoruz.

Bir sonraki meditasyonda, son zamanlardaki bazı çatışmaların nasıl çevre kaynaklı olduğunu ve yeterince çevre meselesini yeterince umursamamanın nasıl bu krizlerin merkezinde olduğunu tartışacağız.

O zamana kadar görüşürüz.