Ekolojik Kirliliğe Karşı Çevre Ahlakı

Çevre kirlenmesi kavramı neden doğdu? Daha önceki yüzyıllarda dünyanın böyle bir sorunu yoktu. Yirminci yüzyıldan başlayarak dünyanın bu denli bir çevre kirliliği ile karşı karşıya kalmasındaki temel sebep nedir?” sorusuna cevap ararken ilk aklımıza gelen cevap şu oluyor:

Çevre kirliliğinin şehirleşme ile, nüfus artışı ile ve özellikle de sanayileşme ile doğrudan ilişkisi var. Tarımsal ürünlerin büyük miktarlarda üretilebilmesi için yapılan çalışmalarla da ilgisi var. Bütün bunların temel sebebi, yani çevre kirliliğindeki temel sebep ise üretimin artmasıdır. Aşırı ve hatta gereksiz bir üretim artışının olması çevre kirliliğinin temel sebebini oluşturuyor.

Bazen nüfus artışının çevre kirliliğine sebep olduğu ileri sürülüyor. Bu iddia tamamen temelsiz olmamakla birlikte, çok eksik. Nüfus artışı ile üretim artışını karşılaştırdığımızda ve kişi başına düşen üretim miktarına baktığımız zaman üretimin nüfustan kat kat daha fazla arttığını görüyoruz. Öyleyse aşırı bir üretim ve aşırı bir tüketim var. Bunun sebebi insanın tüketim anlayışının değişmesidir. Modern hayatın getirdiği farklı tüketim anlayışı bu aşırı üretimi besliyor. Bunun yanında israf faktörünü de göz ardı edemeyiz. Bu anlayışlar çevre kirlenmesine sebep olan etkenlerdir. Yani kısacası 20. yüzyılda tüketim anlayışının doğurduğu aşırı üretim ve tüketim çevre kirliliğindeki temel sebeptir.

Daha önceki yüzyıllarda çevrenin kirlenmemesinin sebebi neydi?

Esasen kainattaki düzen belli bir kirliliği tolere edecek yapıdadır. Allah’ın tabiatta kurmuş olduğu düzenin belli bir orandaki kirliliği temizleyecek bir potansiyeli var. Bu temizleme kapasitesinden daha fazla kirlilik deşarj edildiği zaman tabiatı kaldıramayacağı bir yükle karşı karşıya getirmiş oluruz. Belirli bir süre sonunda da kirlilik deşarj edilen yerde hayatın tamamen öldüğünü görürüz. Yani daha önce meydana gelen kirliliği tabiattaki denge temizleyebiliyordu. İnsan elinin normalden fazla değmesi bu dengeyi kirlilik lehine bozmuştur.

Kâinattan insan elini çekecek olsak, işlerin belli bir denge ve ayarda yürüdüğünü görürüz. Mesela bir hayvan suya düşüp ölse, su kendi kendisini temizleyebiliyor. İnsan eli müdahale ettiğinden itibaren ortamın kaldıramayacağı bir kirlilik oluşturuyor. Yani insanoğlu mutlaka bir kirlilik, bir değişim meydana getiriyor. İşte bu değişikliği minimum düzeyde tutmak, yürüyen çarkın içine çomak sokmamak gerekir. İnsan faaliyetlerini öyle kontrol etmeli ki, canlıların hayatlarının ortadan kalkmasına sebep olmasın.

“Bir yatırımcı veya herhangi bir kişi kendisinden başka insanları, canlıları neden düşünmüyor da aşırı üretim ve kazanma hırsına yenik düşüyor? Bunlar Batı’nın ferdiyetçi düşüncesinden mi kaynaklanıyor?” şeklinde bir soruyla karşılaşıyoruz bunun ardından. Bu soruya bir zaman şöyle cevap vermek mümkün: Bundan 50 yıl önce üniversitede kimya mühendisinin tanımını şöyle yapıyorlardı: “Kimya mühendisi kimyasal maddelerle ürünü en ekonomik şekilde üreten kişidir.” Yani ekonomik şekilde üretsin de nasıl üretirse üretsin. Bu aslında çevreyi hesaba katmayan bir tanım. İnsanlar kendisinden başka düşünülmesi gereken canlıların olduğunu da anlamalılardı. Bu bilince ulaşmak gerekiyordu.

Önce kimya mühendisinin tanımını şöyle değiştirmek lazım. “Kimyasal ürünleri çevreye en az zarar verici şekilde üreten mühendis.”

Herkes bir üretim veya tüketim yaparken bu yaptığı işlem sonucunda diğer canlıların da bu hareket sonucunda etkilendiğini düşünmeli.

İnsanların yaşam tarzı tamamen değişti. Bundan sonra alıştığımız bazı şeyleri değiştirmek pek de mümkün değil. Enerji üretmek zorundayız mesela. Çünkü şu anda içinde bulunduğumuz dünya yüzyıl öncesindeki dünya değil. Örneğin bir şehir gerçeği var. Bir sanayi gerçeği, yani kitlesel üretim var. Şimdi bunlarla birlikte çevreciliği düşünmek lazım. Bunlardan tamamen bağımsız fikirler üretmek çok da gerçekçi olamaz. Her şey yıkılsa, taş taş üstünde kalmazsa yeniden insanlar bir medeniyet oluştursalar ancak o zaman bazı şeyleri köklü değiştirmek mümkün olur ama bazı konuları günümüzdeki hayat şartlarıyla birlikte düşünmek lazım.

Sanayi çevreyi mutlaka kirletir. Her üretimde belli bir kirliliğin oluşması söz konusu. Üretim arttıkça ne yaparsak yapalım çevre kirlenir. Çevreyi en az kirletmek mümkün ama hiç kirletmemek mümkün değil.

Daha sonra “Peki ne çevreden ne de sanayiden vazgeçebiliyoruz. O halde çözüm nedir?” şeklinde bir soruyla karşılaşıyoruz. Bunun cevabı şöyle olmalı: Artık çevre problemlerinin köklü bir şekilde çözümlenebilmesi için “çevresel ahlak” diye bir kavramın göz önünde bulundurulması gerekiyor. Bunu telaffuz etmeden çevre meselelerinin üstesinden gelinmeyeceğini anlamak lazım. Madem çevre kirliliği sorumsuzca üretim, sorumsuzca tüketimle ilgili bir konu öyleyse insanlardaki bu üretim ve tüketim esnasındaki çevre bilincinin, çevreye zarar vermeme bilincinin insanların yapısına işlenmesi, insanların bunu bir ahlak halinde benimsemesi gerekiyor. Çevre kirliliği ancak, “çevresel ahlak” bu şekilde benimsenirse çözümlenir.

Konunun çözümlenmesi için cezai yaptırımlar uygulanmalı, ancak köklü çözüm için çevre ahlakının insanlarda yerleşmesi lazım. Ayrıca sorumsuz tüketimin önüne geçilmesi de çok önemli.

Sorunun çözümünde sivil toplum kuruluşlarının rolü

Çevre problemi sadece cezai yaptırımlarla çözülemez. Bir bilinç ve şuur olarak insanlarda bunun yerleşmesi gerekir. Tarihi uygulamalara baktığımız zaman o zamana göre çevre kirliliği diyebileceğimiz konularda vatandaşlar meseleye sahip çıkmış ve bunu çözmek için elinden gelen çabayı göstermiş. Yani bu konu büyük çapta insanların, vatandaşların ve devletin bu konuya sahip çıkması ile başarılı olur. Geçmiş tarihimizde vakıf geleneği çok iyi işlemiş, hatta pek çok ülkelere de örnek olmuştur.

Halkın bu konuda bilinçlendirilmesinin en güzel yollarından biri vakıf çalışmalarıdır. İnsanları çevre kirliliğine sebep olan konularda, aşırı tüketimin önlenmesi ve çevresel ahlâkın oluşturulması konusunda bilinçlendirmek vakıfların ve derneklerin çatısı altında gerçekleştirilebilir. Günümüzde Batı dünyası bu konuda oldukça fazla yol katetmiştir. Türkiye ve İslam dünyasının da bu yolu kullanarak mesafe alması mümkündür. Türkiye’de 1991 yılında kurulan Çevre Koruma ve Araştırma Vakfı (ÇEVKOR) çevre bilincinin oluşturulmasında güzel bir örnektir.