Bir Jeolog Gözüyle “Rızkınızı Yerin Derinliklerinde Arayınız” Makalesinin Değerlendirmesi 

Dr. Ahmet Çelenli

Fethullah Gülen Hocaefendi, Ekoloji Dergisindeki bu makalesinde “Nitekim bugün altın, gümüş, bakır, fosfat, uranyum… gibi madenlerin, petrol, doğalgaz… gibi enerji kaynaklarının…..” ifadeleriyle altın, gümüş, bakır, fosfat ve uranyum gibi yeraltı kaynaklarının ‘maden’ kategorisinde, petrol ve doğalgaz’ın da ‘enerji kaynakları’ kategorisinde olduğu bilgisine vakıf olarak, birbirine karıştırmadan ve ‘yeraltı kaynakları’ diyerek de genelleştirmeden sıralamış ve bu, klasik din adamı örneklerinde ender rastlanan bir şey olması nedeniyle bir jeolog olarak bende bir hayranlığa sebeb olmuştur.

Müellif “yerkürede de sürekli bir istihale, değişim ve dönüşüm vardır. Bu istihaleleri yaratan Allah (celle celâluhu) arzın altında sürekli yeni yeni rızıklar da yaratabilir. Bizim bitip tükeneceğini sandığımız bir kısım şeyleri, Allah’ın tekrar tekrar yaratmayacağını kim söyleyebilir?” diyerek modern jeoloji biliminin özellikle ‘levha tektoniği teorisi’nin çözdüğü sırlarından birisi olan maden yataklarının teşekkülü ile ilgili günümüzde halen kabul edilen bir olguya da vakıf olduğunu göstermektedir. Bu olgu, maden yataklarının sadece çok eski zamanlarda oluşumunu tamamlayıp durmadığı, halen yeni maden yataklarının ve enerji kaynaklarının oluşumunun devam ettiği olgusudur.

Jeoloji, Maden ve Petrol mühendisliği terminolojisinde bir madenin veya enerji kaynağının rezerviyle ilgili kullanılan farklı tamlamalar söz konusudur; mümkün rezerv, muhtemel rezerv, kesin rezerv gibi ve müellif bu terimlerin ayırdında olarak yerli yerinde kullanmaktadır. Makalede bunu açık bir şekilde şu satırlarla ifade etmiştir: “Günümüzde bu maden ve enerji kaynaklarının rezervleri hakkında bir kısım tahminler yapılmaktadır. Ancak bunlar şu an itibarıyla ulaşılabilen rezervlerdir. Yani günümüz şartları altında, bir arıza ve tehlikeye sebebiyet vermeden, insanlar tarafından arzın ne kadar derinliklerine inilebiliyor ve nereleri tetkik edilebiliyorsa, yerin altındaki stoklarla ilgili bilinenler de o kadardır. Fakat jeolojik olarak öyle yerler vardır ki, henüz oralara girilememiştir. Ben meseleyi ilkel bir alete bağlayarak ifade edeyim. Eğer siz kazmayı vurduğunuz zaman üzerinize mağmaları fışkırtacaksanız, oralarda bir şey aramaya cesaret edemez ve bu kadar derinliklere giremezsiniz.” Müellif, “ulaşılabilen rezerv” terimiyle bir madenin veya enerji kaynağının ekonomik ve işletilebilir olabilmesi için belirleyici bir faktörü de vurgulamış. Müellif, “günümüz şartları altında, bir arıza ve tehlikeye sebebiyet vermeden…” diyerek sondaj, yeraltı ve yerüstü madenciliğinde yaşanan tehlikeler, grizu patlamaları, tavan çökmeleri, şev ve toprak kaymalari, çamur akıntıları, patlayıcı kullanma gibi kimi insan kaynaklı, kimisi de tabii süreçlerle meydana gelen tehlikelere işaret etmiş. Kanaatimce müellif sadece buna işaret etmekle kalmamış, aynı zamanda, insanı ve diğer canlıları ve onların yaşam hakkını önceleyerek bir önem sırası da gözetmiştir; yani öncelikle gereken tedbirlerin eksiksiz olarak alınması şarttır. Bunu fıkıh literatürüyle vacib olarak nitelendirebiliriz. Bu tedbirler alındıktan sonra da Allah’ın bahşettiği nimetlerden istifade etmeyi de mübah kategorisinde sayabiliriz. Kaldı ki imalat yapılan hemen her işyerinde, mesela maden ocakları, inşaat şantiyeleri ve atölyeler gibi yerlerde “Önce Emniyet” yazıları hep dikkat çeker. Uygulamadaki eksiklikler ve ihmaller bir vakıadır ama bu düstur hiç bir zaman önemini kaybetmemiştir.

Makaledeki “…kim bilir kaç defa kutuplar yer değiştirmiş, kaç defa dağlar yerini denizlere, denizler de dağlara terk etmiştir” ifadeleri bir jeolog olarak benim oldukça ilgimi çekti, zira kutupların yerinin bugünkü konumuna göre jeolojik zamanlar içerisinde sürekli yer değiştirerek, hatta tam tersi olduğuna dair bulgular ilke kez 20. yüzyıl başlarında özellikle deniz dibi topoğrafya haritalama ve yer manyetizması çalışmaları sırasında fark edilmiştir. Diğer yandan, dağların yerlerini denizlere, denizlerin de yerini dağlara terk etmesi ifadesinin de jeoloji biliminden habersizce söylenmiş şeyler olması imkansız. Güneş ve daha çok Ay’ın etkisiyle insan gözünün fark edebileceği bir kısa aralıkta meydana gelen denizlerin yükselip alçalmasından tamamen farklı bir husustur bu. Jeoloji literatüründe ‘transgresyon’ ve ‘regresyon’ olarak bilinen ve yerkabuğunun tektonik ve izostatik hareketliliğinden kaynaklanan dinamik karakteri sebebiyle 100 bin yıl gibi çok uzun dönemlerde kıtasal kabuğun yer yer çökmesi veya alçalması dolayısıyla denizlerin karalar üzerine ilerlemesi veya kıtasal kabuğunun yukarıya itilerek yükselmesi dolayısıyla da karaların denizler üzerine ilerlemesi veya denizlerin çekilmesi jeolojik bulgularla ortaya konmuştur. Örnek olarak Türkiye’yi de içine alan, Aral ve Hazar Gölleri’nin, Hind Okyanusu’nun, Akdeniz ve Karadeniz’in de olduğu bu büyük alan jeolojik çağlar içerisinde Tetis Okyanusu adıyla bilinen büyük bir okyanus altındaydı.

Yazar, bu hadisi yeraltı zenginliklerinin sadece rızık olması boyutuyla irdelememiş, aynı zamanda her vatansever gibi bu zenginliklerle ülkemizin, başka ülkelerin nazarında stratejik açıdan ne kadar önemli görülebileceğini vurgulamış, dolayısıyla bu zenginliklerin aranıp tespit edilmesi, hem ülke ekonomisine katkı sağlaması, hem de bu kanalla ülkenin uluslararası pazarda elinin güçlenmesinin önemli bir faktörü olduğunun altini çizmiş. Diğer yandan, Batı’nın Rönesans ve Sanayi Devrimini gerçekleştirmiş olması karşısında, ülkemizin bu konuda nasıl bir kaht-ı rical yaşadığına; yani yetişmiş entelektüel ve teknik insan gücüne ulaşamaması veya bunda bir ölçüde geç kalmış olmamız veya yetersiz kalmamızın kritiğini yapmaktadir. Somut bir örnek vermek gerekirse, ülkemizin güney sınırlarının galip ülkeler tarafından belirlenmesinin ardında, bölgenin jeolojik olarak çok iyi incelenmiş olması yatıyor denebilir. Bölgenin en değerli yeraltı enerji kaynağının petrol olduğu gerçeğinden hareketle şunu hatırlayabiliriz: Petrolün yer altında, ‘kapan’ diye tabir edilen yerlerde depolandığı alanlar incelendiğinde, bu kapanların Arap otoktonu kısmında devasa büyüklükte ve sığ derinliklerde olmasına karşın, Türkiye tarafinda oldukça küçük ve çok daha derinlerde olduğu görülmektedir. Bu da Türkiye’nin petrole ulaşması için çok daha fazla derinlere inmesi ve bu küçük kapanlardaki petrol rezervlerinin az olması dolayısıyla çok yerde petrol kuyusu açmasını zorunlu kılmaktadır. Dolayısıyla bu bölgenin tektonik olarak jeologlar tarafından önceden incelenmiş ve petrol kapanlarının nerelerde büyük, nerelerde küçük olduğunun belirlenmiş olduğu ve sınır çizilirken de bu değişimin olduğu hattın seçilmiş olması sonucuna bizi ulaştırır.

Yazıya bir bütün olarak bakılınca, bir ‘din adamı’ veya ‘emekli vaiz’ olarak bilinen bir zatın, ülkenin ve dünyanın sosyo-ekonomik meselelerine, çağdaş bilimlerin sağladığı güncel bilgilere de vakıf olarak nasıl geniş bir perspektifle baktığı, bunu ne dinin prensiplerinden taviz verme, ne de sosyo-politik ve sosyo-ekonomik gerçekleri görmezden gelme hatasına düşmeden yaptığını görüyoruz.  Bu aynı zamanda, yazarın çok değişik vesilelerle vurguladığı bir hususu teyid etmektedir. O da, dinin, özelde İslam Dini’nin eskilerin fünun-u müsbete dediği pozitif bilimleri önemsemediği hatta onlara karşı olduğu algısının yanlış olduğu, doğru ve hatta gerekli olan şeyin pergelin sabit ayağının dini pratik ve prensiplerde olması, hareketli ayağının ise dinin izin verdiği ölçüde ve genişlikte hayatın her alanında geziyor olması, ferdi ve sosyal hayatımızın gelişmesi ve çağdaşlarından geri kalmadan ilerlemesi gerçeğidir.