Tabiata Yabancı Nesiller

Fethullah Gülen

Peygamber Efendimizin (SAV) ister Hira’da kâinat kitabını okumasını, isterse varlıkla münasebetini düşündüğümüzde, geçmiş hayırlı ve salih insanlar arasında bunun bir örneğini Bediüzzaman Hazretlerinin Barla Dağı’nda, çam ormanlarında tabiatla çok içli dışlı olmasında görürüz. Bugünün nesilleri ise her gün biraz daha tabiattan uzaklaşıp daracık evlere ve ekran karşısına hapsoluyorlar. Tabiattan bu kopukluk insanın ruhî ve kalbî gelişmesinde olumsuz bir rol oynar.

Tabiatla içli dışlı olmanın farklı manaları vardır. Tabiatla içli dışlı olursunuz, onu okursunuz fakat meseleye orada başlar, orada bitirirsiniz. Batılı bilim insanlarının eşya ve hadiseleri araştırmaları bu şekildedir. Sonuca varamayan bir araştırma yapar, yani bakış açısı problemi çözülmeden, mesele niyetle esas belirlenmeden, “ne yapıyorsun? ne düşünüyorsun? nereye varmak istiyorsun?” gibi sorular netleşmeden, afaki tefekkür, hava tabakasından yıldızlara ve ötelerine kadar bütün kâinatın düşünülmesi, tefekkür edilmesi insanda natüralist mülahazaları geliştirir ve güçlendirir. Hatta insanı boğar. Yani isterse astrofizik, isterse tabiat üzerinde olsun, eşya ve hadiseler içinde olsun, hedef belirlenmemişse insan her meselede ya tabiat etrafında döner durur ya da kendi etrafında. Belki de tabiat etrafında dönüp dururken kendi etrafında da dönmüş olur. Çünkü tabiatı çözme, halletme, tabiata ait bir şeyler söyleme adına ortaya konulan teoriler, esasen kişinin kendi kendine anlatımıdır.

Oysa tabiat, Recaizade Ekrem’in dediği gibi, baştan başa serilmiş bir kitaptır; hangi kelimesini kaldırsan altından “hu illallah” çıkar, “la ilahe illallah” çıkar. Şimdi tabiattan uzaklaşma derken, tabiatın içinde olup onun anlamından uzak olma vardır. Bir de eşya ve hadiseleri belirlenmiş bir niyete bağlı olarak sağlam, eğri büğrü olmayan, sapmayan bir nazarla ele alıp baktığınız zaman sonuca varabilirsiniz. İşte Peygamber Efendimiz (SAV) Hira’dan tabiata bakmış. Aslında orada farklı, yani dünyanın çok az yerinde görebileceğiniz bir jeolojik yapı vardır. Oradaki Beytullah, tam tenasübü bulmuş. Belki oranın doğru okunması lazım. O yerin, o coğrafyanın doğru okunması lazım. Coğrafyaların da insanların duygu ve düşünce dünyaları üzerinde önemli tesiri vardır. İnsanı farklı düşüncelere götürür. Sizin bildiğiniz ormanlar gibi yerlerde, deniz kenarı gibi bir yerde, insan orada duyacağı, orada alacağı hissiyatı alamaz. Orada farklı bir şey var; zahiren vahşi görünümlü bir şey vardır, onlar insandaki sığınma hissini coşturur, şahlandırır. O zirveler, insanlardaki zirve düşüncelerini tetikler. O çölün, kendine göre ifade ettiği bir şey var, onlar insana bir şeyler ilham ediyorsa bunlar, oradaki müsait ruhların gelişmesi için başta jeolojik olarak hazırlanmış bir zemin demektir. Yani farklı bakmak lazım.

Peygamberler insanların zirveleri gibidir. Dağlar da yeryüzünün zirveleridir. Allah’ın muradı olan hakikatin tecellisi, kök salması, bir kazık gibi saplanması ve sarsılmaması için peygamberler gönderilmiştir. Dağlar da, arzın sarsıntıdan korunması içindir. Şimdi arada bir münasebet vardır, tenasüp vardır. O insanlar, o büyük insanlar, o zirve insanlar, dağlara baktıkları zaman, böyle açıktan açığa kendilerinin de dağlar gibi olduğunu düşünmeyebilirler. Fakat o dağlarla onların ruhları arasında bir münasebet vardır. O ruh, o dağlarla o münasebeti sezebilir. Dolayısıyla dağlara doğru yönlendirir onları. Yani der ki, “Senin yerin dağın başıdır.” der. Şimdi iki tabiat, iki fıtrat arasındaki zıddiyet. Bakın ki biri gözü dağların zirvelerinde, şahikalarda. Çünkü o bir şaika insanıdır, o bir zirve insanıdır. İhtimal oralarda hep ruhaniler geziyor, melekler uçup duruyor. İşte Hira’nın seçilmesinde de onu görebilirsiniz. 

İşte Efendimiz (SAV) Hira’nın sığınılabilecek bir yer olması itibariyle, sayılı günler içinde yetinebileceği kadar bir azık hazırlayıp oraya çıkıyordu, orada kalıyordu. İbadet ediyordu, çıkıp orada tahannüs bulunu, diyelim, o tabiri kullanalım. Yani malum, madut gecelerde kendini ibadete verme hali demekti bu. Oradan varlığı temaşa ediyordu. 

Bediüzaman da ağacın başında duruyor ama ağaçlara baktığından daha çok yıldızları konuşturan bir Yıldızname olarak bakıyor gökyüzüne. Olayları ve eşyaları kurcalıyor, sürekli onlarla içli dışlı yaşıyor. Bu hedefi belirlenmiş bir düşüncedir, sistemli bir düşüncedir. Düşüncede hedef belirlenmemişse şayet, düşünce olmaz o, bir kısım kuruntular olur, bir kısım hülyalar olur ve onlarla insan bir yere varamaz çünkü disiplinli değildir, yani ne başlangıcı bellidir, ne ortası vardır, ne de sonu. Fakat O orada temelde kendisini disiplinli düşünceye bağladığından dolayı neye eline atsa ondan bir “La İlahe illa hu” çıkıyor, yani dolayısıyla ondan hem kendi ruhani zevklerini alıyor -veya marifet adına besleniyor baktığı her şeyden- bir arı gibi çiçeğe konmuş bal özünü almış kovanına dönmüş oluyor, ona kendi vicdanı diyebilirsiniz. Bazen gökyüzüne bakar, bazen gökyüzüyle yer arasında münasebet kurar. Kur’an-ı Kerim de zaten öyle yapmıştır, bir bakıyorsunuz insanın siması, bir bakıyorsunuz arz, bir bakıyorsunuz insanın dili, konuşması bir bakıyorsunuz semadaki yıldızlar. Oradan oraya, oradan oraya sıçrama denmez buna. Yani elindeki tığıyla ipleri atıp atkısını örme demektir bu ve bunlar arasında gerçekten yaradılışta ciddi bir münasebet var demektir. İşte sistemli düşünen insan onu yapar yani o kanaviçe üzerinde işlenmesi gerekli olan şeyi ona göre işler ve mükemmel baş döndüren bir dantel ortaya koyar. Efendimiz (SAV) onu yapmıştır. Kur’an’da tefekküre çağıran ayetlerin hepsi o istikamettedir. Semaya bakan, yere bakan ve bunlardan hiçbir şey anlamayan insan bedevinin anlayışına bile ulaşamamıştır. Efendimiz (SAV) bir bedeviye soruyor, “Nereden bildin sen, bu varlığın bir yaratıcısı olduğunu?”  O da diyor ki “Bir yerde bir iz varsa, birisi var demektir, bir yerde bir deve atığı varsa deve geçmiş demektir. Şimdi gel bak, şu sema burç burç, baş döndürücü bir güzelliği var. Arz vadi vadi, bu arada bir tenasüp var. Bunlar her şeyi bilerek yaratan bir Alim’e delalet etmiyor mu?” Bir bedevi söylüyor bunu. Her işte hikmeti vardır, abes fiil işlemez Allah. 

Önce Efendimizin (SAV), ondan sonra gelen onun izdüşümü sayabileceğimiz çağlara kendi mührünü vurmuş büyük zatların da tabiatla münasebetleri hep bu çerçevede olmuştur. Herkesin tabiatı, varlığı, eşyayı ve hadiseleri öyle okuması mümkün olmayabilir. Avam avamca okur onu. İlim adamları da o meseleyi araştırma çerçevesinde daha derince okurlar, daha derince şeyler elde ederler. Onlarınki farklı olur, varlığın içinde varlığı duyarak yaşarlar. Allah bizi bu tabiat içinde yarattı. O tabiatı bir kenara koymamak lazım, bırakmamak lazım, tabiatın içinde yaratılmışız. Yani öyle bir zeminde yaratılmışız ki biz, ancak o zeminde büyüyebiliriz. Yani bizi götürüp Ay’a koysalar yaşayamayız orada, böyle bir zeminde ancak yaşayabiliriz Demek ki bizim varlığımızla eşya arasında bir münasebet var. Ve yine Bediüzzaman’ın ifadesiyle Kur’an-ı Kerim’in yaptığı şeylerden bir tanesi de varlıkla insan arasındaki o münasebetleri insana duyurarak, varlıkla çelişir hale gelmesine meydan vermemektir. Dönen Kâinat dolaplarıyla insanın çatışma yaşamasına meydan vermemek demektir bu. O dolaplar arasından nasıl süzülüp gidecek, nasıl sıyrılıp işin içinden onları kendi hesabına değerlendirecek, onları öğretmek içindir. Kur’an-ı Kerim’in değişik yanları var. Bunlardan bir tanesi de kainattaki kanunlarla uygun ilişki içinde bulunmamız, diyalog içinde bulunmamız, çatışma yaşamamız içindir. Aksi halde içinde yaratıldığımız tabiatla müsademe yaşarız. Nitekim çağımızda ekosistemin bozulması, tabiatın aleyhimize çevrilmesi ve bizim ondan uzaklaşmamız, ona yabancılaşmış onu tanımaz hale gelmemiz, onu farklı yorumlamamız gibi arızalar hasıl olmuştur. Bu da bir dengesizliğe meydan vermiştir. Bütün bunların sağlam duyulması, hissedilmesi ve okunması Kur’an’ın doğru okunmasına, İslam’ın doğru anlaşılmasına, Efendimiz (SAV) mesajının doğru yorumlanmasına bağlıdır. Eğer bunlar gerçekleştirilmezse, insanın eğri büğrü yaşamadan kurtulması mümkün değildir. Bizler ise onun hakkını vermiyor, eğri büğrü yaşamaya devam ediyoruz Eskiden büyük ölçüde şehirlerde bile herkesin bir bağı bahçesi vardı, şöyle böyle tabiatla münasebet içindeydi, hep onunla yaşıyor tabiatı soluyordu. Fakat bundan uzaklaştık. Yani şehir hayatı medeni hayattan bizi uzaklaştırdı. Tabii bu yaşama tarzından değişik arızalar doğdu. Bu arızalardan bazıları fiziki yapımızla alakalıdır. Yani diskler gibi, ayak kireçlenmeleri gibi. Çünkü tabiattan uzak yaşıyoruz ne bir yürüme var, ne bir çıkma var. Çağın imkanlarını değerlendirerek kendimize rağmen yaşıyoruz kendimizi helak ediyoruz. 

Bir de duygu ve düşünce itibariyle varlığa karşı yabancılaşma var. Senin görmen duyman çok farklı bir şeydir. Onları kendi zaviyenden duyma mevzuu vardır yani. Çekirge öter, bülbüller de öterler, ağaçların yaprakları hışırtı yapar. Bunları tabiat kendine göre ses veriyor şeklinde dinleme var, bir de senin hususi haline, ruh haletine göre bunların değişik sesler çıkarması, adeta orada farklı enstrümanlardan çıkan sesler gibi onu duyma meselesi var. Kendi halinle irtibatlandırma durumunda öyle bir ruh aleti yaşıyorsun ki onu adeta seninle paylaşıyorlardır onlar. Yani bazen öyle bir şey olur ki, içinize inşirah salar ve siz oradan bir ipucu yakalarsınız. “Elhamdülillah Ya Rabbi” dersiniz. Senin değişik durumların pozisyonların karşısında eğilimini, meylini ortaya koymana göre Allah bir şey yaratıyor. Sen meylini eğilimini ortaya koyarsın da O yaratmayabilir. İnsanın değişik ruh haletleri, konuştuğu şeyler, anlattığı şeyler o alemde tabiat senfonisi içinde birdenbire seslendirdiği o ses bir uyum içine girer, yani çok şey alırsınız oradan, adeta bir koronun bir parçası da siz olursunuz, bir enstrüman siz olursunuz, bir enstrüman da başkası olur ama bizi tabiattan uzaklaştıranlar, tabiatı bize yabancılaştıran onu duymaz onu yorumlayan hale getirenler bizi öyle geniş bir senfoni dinlemeden de mahrum ettiler. Biz o senfonide kendi içimizin heyecanlarını duyuyorduk, belki daha doğrusu Zat-ı Rububiyete ait sırları dinliyorduk, nameleri dinliyorduk. Maalesef bunlardan uzak kaldık.

Kaynak: https://herkul.org/bamteli/tabiata-yabanci-nesiller/